Dil ve Edebiyat (87. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
Editörden
Hüseyin ALTUNTAŞ
[email protected]
Değerli Okuyucularımız! Edebî ürünleri sadece eğlenceli bir tüketim malzemesi
olarak değil; çağı, eşyayı, olayları o günün diliyle ve
geleceğin insanlarının da okuyup hissedebileceği bir
sanat duyarlılığıyla kayıt altına alınmış anı ve belgeler
olarak görüp değerlendirmek gerekiyor.
İnsanlar, yaşadıkları anların zihinlerde bırakacağı acı tatlı anılara
değer vererek başlarından geçenleri kaydetme eğilimindedirler.
Bu nedenle de dünyada birçok yazar, bireysel veya toplumsal
anıları kaydettikleri hatırat türü metinler vücuda getirmişlerdir.
Hatıratların tarih metinlerinden belirgin farkı, içine sanat ve edebiyatın
temel araçlarından olan duyguları da katmış olmasıdır.
Tarih metinleri, analitik olsalar bile duygudan arındırılmış dilleri
nedeniyle birey ve toplumların davranış kalıplarını etkilemek ve
yönlendirmek bakımından yeterince etkileyici değildir. Analitik
ve rasyonel metinler devlet adamlarına önemli bakış açıları ve
birikmiş tecrübeler kazandırabilir; ancak toplumları belli bir bilinç
istikametinde ayakta tutmak kabiliyetine sahip metinler özellikle
insanların gönül dünyalarına hitap eden, anılarla yoğrulmuş duygusal
metinlerdir. Bunlar da ya şiir, roman ve hikâyelerdir ya da
içerdikleri tarihsel gerçeklerin yanı sıra o anların kalplerde bıraktığı
duygu ve düşünceleri de aktarabilen hatıratlardır.
Toplumlar ancak bu tür edebî metinlerle belli bilinç düzeylerine
ulaştırılabilir ve orada tutulabilir. Bu nedenledir ki, koskoca tarih
kitaplarımızın hiç biri bu milletin hissiyatını Mehmet Âkif’in unutulmaz
eseri “Çanakkale Şehitlerine” şiiri kadar etkileyememiş,
o günün duygu dünyasını geleceğe o şiir kadar intikal ettirmeyi
başaramamıştır. Peki, bu yeterli olmuş mudur? Ne yazık ki, buna
verilecek cevap milletimiz adına değil ama aydınlarımız adına
mahcubiyet vericidir. Okuyucularımız Üzeyir İlbak’ın “Edebiyat
Dergileri ve Edebiyat Çevrelerinin Çanakkale Savaşlarına Bakışı”
başlıklı makalesinde bunun nedenlerini derin bir yürek burkuntusuyla
okuyacaklar.
Üzücüdür ki, tek çiçekle baharın gelmediği ve gelmeyeceği
dünyamızda, milletimizin bizzat yaşadığı, bu nedenle de zihin
kodlarımızda kalıcı izler bırakan yaşam olaylarını terennüm eden,
yazan, anlatan edebi metinlerimiz son derece azdır. Medeniyet
değerlerimizin 1915’de Çanakkale’deki unutulmaz müdafaasını
gelecek nesillere salt tarih kitaplarıyla değil, yüzlerce şiirle, onlarca
roman ve hikâyeyle, bir o kadar da hatıratla bırakabilmeyi
başarmış olsaydık, bugünkü nesillerin o medeniyet değerlerimizi
sahiplenme iştiyakı da o nispette güçlü ve yaygın olurdu. Bugünkü
nesillerimiz kahramanlığı 1944 Normandiya Çıkarması
üzerinden, acı ve ıstırabı Auschwitz Kampı anlatılarından, zafer
gururunu da Müttefiklerin Berlin’i, Nagasaki’yi, Hiroşima’yı dize
getirmelerinden okuyup anlamaya veya filmlerinden görmeye
çalışıyor. Çünkü o olaylarla ilgili edebî ürünlerden yola çıkılarak
yapılmış filmler, bu anıları salt kendi toplumlarının bilinç haritasına
işlemekle kalmıyor, bizim gibi farklı, hatta karşıt medeniyetlerin
çocuklarına da dayatıyor.
Dünya, medeniyetler arasındaki rekabetin sadece bilek gücüyle
yapılmadığı, buna kültür, sanat ve edebiyatla mücadelenin
de eklendiği ağır ve baskıcı bir imajinasyon çağını yaşıyor.
Çanakkale… Sadece bu konuda bile onlarca filmimiz olmalıydı.
Ne yazık ki, en şöhretlisi olan “Gallipoli” filmi bile saldırgan medeniyet
tarafından ve onun bakış açısıyla çekilerek insanlığa sunulmuş.
Balkanlardan Anadolu’nun her köşesine akan dramatik
Müslüman göçünün ve geride bıraktığı acıların, yoksunlukların,
yoksullukların şiirlerimizde, romanlarımızda, filmlerimizde esamesi
bile okunmuyor. Hatıratlarımız ise bir elin parmakları kadar
bile değil. Sermayesini verimsiz kullanarak firmasını ziyandan
ziyana sürükleyen kötü bir işletmeci gibi, biz de binlerce şiir, roman,
hikâye ve bir o kadar sinema ve TV filmi senaryosu olabilecek
kahramanlık ve hatıra kaynağını verimli kullanamıyor, milletimizi
ilelebet ayakta tutacak milli ve manevi değerleri gelecek
nesillere eksiksiz ve güçlü kodlarla intikal ettirmekte yeterince
başarılı olamıyoruz.
Edebiyat tarihinin ilerleyiş istikameti, şifahi anlatılardan yazılı
ürünlere, yazılı ürünlerden görsel ve işitsel ürünlere doğrudur.
Tarihin bir döneminde ağızdan ağza aktarılmakla iletilebilen
duygu ve düşünce kodları, ilerleyen süreçte önce yazılı edebiyat
ürünleriyle aktarılabilme aşamasına gelmiş, çağımızda ise bu
ürünlerden beslenen TV dizisi, sinema filmi ve benzer araçlarla
sağlanabilme noktasına ulaşmıştır. Her alanda olduğu gibi edebiyatın
temel işlevi, toplumların medeniyet kodlarının yatay ve
dikey bir seyir içinde hem toplumda yaygınlaşmasını hem de
gelecek nesillere aynen aktarılmasını sağlayacak bir performans
içerisinde olmasıdır. Artık şifahi anlatı dönemi çok gerilerde kalmıştır.
Yazılı eserler üretme aşamasında medeniyetçe yeterli düzeyde
olmadığımız gibi, görsel ve işitsel ürünleri bu kodların taşıyıcısı
yapma aşamasında da belirgin bir zafiyet içerisindeyiz. Bu
nedenledir ki, kendi evlatlarımız Seddülbahir Çıkarmalarındaki er
Mehmet Çavuş’un kahramanlığını değil, Normandiya’da Er Ryan’ı
kurtarmaya çalışan İngiliz-Amerikan askerlerinin kahramanlığını
görüyor, öğreniyor. Balkan coğrafyasında öldürülen ya da Kafkasya’daki
topraklarından zorla koparılıp Karadeniz’in sularında
boğulmaya terk edilen Müslüman ahalinin katliamından değil,
daha çok Auschwitz’deki ölüm kamplarından haberdar olabiliyor.
Meseleye böyle bakan Dil ve Edebiyat dergisi, 101’inci yılında
Çanakkale zaferini ele alarak bu alandaki aymazlığa, vurdumduymazlığa
ve farkındalık eksikliğine dikkat çekmek istiyor. Dün
savunulması gereken Çanakkale idi, bugün sınırlarımızın herhangi
bir bölümü olabilir. Kahramanlığımızı ve kahramanlarımızı
genç nesillere kendi medeniyetimizin değer tablosu eşliğinde
sunmayı göz ardı edilemez, ertelenemez ve ihmal edilemez bir
görev telakki ediyoruz.
Daha güzel bir dergide buluşmak dileğiyle…