Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (204. Sayı)

Dergi Ücreti : 18 ₺

Harf, Kelime, İletişim ve Kavrayış

ÜZEYİR İLBAK

 

Cemil Meriç; düşünce dünyasında dil, kültür, irfan ve insanın bu değerler hiyerarşisi içinde “kimlik ve var olma” meselesi olarak niteler ve bir "beka" sorunu olarak ele alır. Ona göre dil, milletin tarih sahnesindeki varoluşunun ve varlığını aktarabilmesinin teminatıdır. Var oluş ve aktarılan bilgiden yararlanmak için de okuyan insana, düşünen kafaya, idrak eden iradeye ihtiyaç var. Cemil Meriç’in “İstikbalinden emin olmayan, hiçbir meselesini çözemeyen bir dünyada; hasbî düşünce mümkün mü? … Hasbî düşünce, dünyadan elini eteğini çeken, cellâtlara yaltaklanan, şerri gülücüklerle teşvik eden bir düşünce. … İrfanımızı felce uğratan sözde mazeret.” dediği ve karmaşa üzerinden meşruiyet aramaya/mazeret bulmaya itiraz eden bir duruş gerekiyor. 

Türkiye’de, üç asırdır medeniyetten kopuşun sancılarıyla dinde, dilde ve kültürde hep bir azalış yaşandı. 20. asrın ilk yarısında maruz kaldığımız harf inkılabı, dildeki tasfiye hareketleri ve "Öz Türkçe" adı altında türetilen tilciklerle terbiye edilen (!) insanımız; fikir, idrak ve irfanî geleneğinden koparak bağlamı olmayan yeni bir yaşama şekli edindi. Bu tercih, kutuplaşan toplumun bütün kesimleri tarafından meşreplerince benimsendi, uygulandı ve her biri sosyolojik aidiyeti doğrultusunda çıkar ve ilişkilerine uygun mazeret, algı, hilafı hakikat anlayışlarla gerçekleri manipüle ederek, birilerine haksızlık etmeyi hak bildi. Bu tür uygulamalarda bulunulurken “hak, hakikat ve doğru” çoğunluk anlayışı üzerinden yorumlanarak meşrulaştırılmaya çalışıldığında meşruiyet sağlamaz.

Alfabe değişikliğini "Maziden Kopuş" olarak niteleyen Cemil Meriç, harf değişikliğini teknik bir alfabe değişimi olarak görmez; harf değişikliği kültürel sürekliliği, köklere bağlı düşünce geleneğini kesintiye uğratan ve zihinleri iğdiş eden bir girişimdi. Osmanlı Türkçesi harflerinden Latin harflerine geçiş; Türk aydınını devasa bir kütüphaneden, bin yıllık bir irfandan koparırken, sıradan insanlarımızı topyekûn okuma ve anlama geleneğinin dışına itti. Münevver, müstağripleşerek Batı düşünce geleneğine yaslanırken sıradan insanımız okumamayı, düşünmemeyi ve “atalarının taklidi geleneği” ile cehaleti “marifet” belledi. Yaşadığımız çağ insanı meseleyi, inanç-ahlak ilişkisindeki sınır hattını bozuma uğratarak ve hak ihlallerini din-darlık algısı ile meşrulaştırma yolunu seçti. Bu da erdem, ahlak, din… ilişkisinde olumsuz görünürlüklere ve kirlenmeye; bireysel kirlenmişliğin de hasbi inanmışların toplumu bir kesimi tarafından olumsuz algılanmasına zemin hazırladı.

Alfabe değişikliği ve kelime tasfiyesiyle bir nevi hafıza kaybına uğrayan insan, kültür ve medeniyet kodlarından da koptu. Her kopuş bir zaafa ve hakikate yabancılaşmaya sebep olurken; irade ve idrak anlayışını da zaafa uğrattı. Kavramlara dair anlam alanı daralınca, anlam ve anlatımda da sorunlar yaşandı. Din, kültür, dindarlık, mezhep hiyerarşisi bozuldu. Her biri bu kavramları meşrebince yorumlayarak kurguladığı meşruiyet alanından ötekini vurmaya ve tasfiye etmeye başladı. Mesele sadece bir harf değişikliği değildi anlaşılan; kültürel bozgun amacına ulaşmıştı.

Üzerinde düşünülmeden, gelenekte ve lügatte karşılığı olup olmadığı üzerinde durulmadan ve müzakere edilmeden alınan ‘tilcikler/sözcükler’, kavram ve terimler düşünme ve anlama alanlarını tahrip ederek anlaşmazlıkları, çatışma zeminlerini, sosyal hayatı farklılaştırarak aynı dünyanın insanlarını birbirine yabancılaştırdı. Çünkü yeni kavram ve kelimelerin dünyası Batı ve mensubiyeti Hıristiyanlıktı; daha açık bir ifade ile mescitte kilise diliyle konuşmaya başlamıştık. Abdullah Cevdet ve etrafındakiler topyekûn ‘gavurlaşmayı’ önerirken Cumhuriyet’in birinci nesli için çağdaşlaşmak mukaddesattan yani tarihten, haysiyetten, dilden, dinden kopmaktı. Böyle bir anlayış, Avrupalılaşmaktan/Batılılaşmaktan daha kötüydü, çünkü topyekûn medeniyetten, kültürden, gelenekten kopuşu ve kendi kendini inkâr etmeyi esas alıyordu. Mesele, harf ve kelime ile sınırlı değildi.

Ve “Üzerinde anlaştığımız hiçbir ilke yok. Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler köksüz. Politikanın çığlıkları yanında şiirin ve düşüncenin sesi boğuk bir inilti. Hıristiyanlaşmadık ama içimizde bir orta çağ keşişi yaşıyor. Elbirliğiyle sarıldığımız tek müessese: Afaroz. Sevginin, anlayışın, dayanışmanın kaybolduğu karanlık devirlerde tenkid susar, hiciv konuşur. Sağ uykuda, sol şuursuz. Her iki cephenin tek ortak vasfı: Kadirnâşinaslık. İnsanla insanı birbirinden ayıran duvarları hicvin dinamiti yıkar ancak. Silâhların konuştuğu yerde şarkı söylenmez” (Mağaradakiler: 1977/s. 249).

Harfi ve kelimesi yitik bir milletin kayıplarını buradaki sınırlı sayfalarda yeterince anlatabilmek pek mümkün değil. Bunun için Cemil Meriç’in "Aslında bugün içinde bulunduğumuz boşluk maziyi iyi tanımayışımızdan. Bu itibarla her şeyden önce bu konuda bizden öncekilerin neler düşündüğünü, neler tavsiye ettiklerini bilmek, yazdıklarını yeni harflere çevirmek, okumak, okutmak, tartışmak zorundayız." çığlığına kulak kabartmak hatta mümkünse ortaöğretim müfredatına Osmanlı Türkçesi dersleri koyarak maziye bir köprü kurmak gerek.

Maziden bugüne ve geleceğe kesintisiz bir arılayışla birbirinin dilini anlayan, birbirine aşina nesillere duyduğumuz özlemle selam ve dua.