Dil ve Edebiyat (134. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
MUHAYYİLE, ANLAM VE ALGI
Üzeyir İlbak
Yitirdiklerimizin yerine ikame ettiklerimiz üzerine biraz düşündüğümüzde
neyi, ne ile takas ettiğimizi daha net görmeye başlıyoruz. Muhayyilenin
yerine ikame ettiğimiz algı ve uyutma bizi hakikatin anlam alanının
dışına iter. Gerçeklik diye tutunduğumuz yeni anlam alanlarının
aslında üretildiğini ve her alanda dolaşıma girdiği için kamuoyuna benimsetildiğini
ve bunun sonucu olarak her alanda büyük kayıplar verildiğini görüyoruz.
Muhayyile-hayal geçmiş ile gelecek arasında sağlıklı bir ilişki kurmamızı
sağlar. Geçmişin bilgisine yaslanarak tahayyül edeceğimiz gelecek, asırları
kucaklayan tecrübî verilerle nesilleri besler. Muhayyile hayal kurma gücü ve
yeteneği olarak tarif edilse de kendini kolaylıkla ele veren bir kavram değil;
çünkü hangi dil ve kelimelerle nasıl bir hayal kuracağınız gerçeği karşınıza
çıkar. Geçmiş bilgisinden bir iz kalmamışsa zihin dünyanızda, mazi ile şuura
dayalı bir ilişki kuramamışsanız ve zihninizi, sokağınızı, ekranlarınızı, gazetelerinizi
tilciklerle karalayan bet sesli kelimelerin işgaline maruz kalmışsa
algı imparatorluğunun kirli kelimeleriyle kuracağınız hayal hiçbir ihtiyacınızı
karşılamayacaktır. Hayal gücü ve hayal kurma kapasitesi zihinde önceden yer
etmiş tasavvurlarla inşa edildiğinde aydınlık bir anlam dünyası kurar ve algı
imparatorluğunu mağlup eder. Geçmişten muhâfaza edilen değerli bir veri
yoksa ve kelimeleriniz kavramlara dönüşmemişse bir gelecek kurgulayamazsınız.
İdrak edilmemiş şeylerle muhayyile harekete geçirilemez. Geçmişinden,
tarih ve edebiyat bilgisinden, kültür ve medeniyetinden mahrum bırakılan nesiller
güncel muhayyileyi harekete geçirip yaşadıkları zamanın algı dünyasını
yorumlayamaz ve kurgulanmış öğretilmiş/kabul ettirilmiş doğrulara (!) teslim
olurlar.
Hayatın anlamı ne sorusunu merak ettirecek kelimelerden ve merakı harekete
geçirecek sorgulamadan mahrum bırakılan bir nesil “Hayat kiminle anlam
kazanır?” sorusuna yöneltilmiştir. Bu yöneltme anlayış ve çabası insanlığı
Mesihçi, efendici bir inanca veya seküler güçlü liderlik kültüne yöneltmiş, kutsayıcı
inanma tutkusuyla tüm hakikatleri gölgede bırakacak anlamsız bir bilgisizliğe
mahkûm etmiştir. Spiritüel/sezgilerle veya seküler teslimiyetle “ne,
niçin, nasıl” sorularını göz ardı ederek “kim” sorusunun cevabına odaklı her
toplum muhayyilesini yitirir ve algı inşacıları karşısında kaybeder. Sentetik/
üretilmiş kutsal kişilikleri kutsama ritüellerinin seküler ve dindarlık kültü etrafında
şekillenmesi o ritüeli meşru kılmaz. Mesihçi ritüeller de seküler liderliğe
yapılan tazim de sanem hükmündedir ve birini diğerine üstün kılmaz.
“Hayatın anlamı nedir?" sorusu etrafında kurcalanacak bir geçmiş birikimi
ile gelecek tasavvuru yeni başlangıçlara zemin hazırlar. Hakikate müteveccih
bir sorgulamada dindarlar hayatın anlamı "ne?" yerine hayata anlam veren
Muhayyile, Anlam ve Algı
[email protected]
"kim?" sorusunu sorar. Bu soru Kuran’ın temel verilerinin tamamı ile çelişir;
çünkü “kim” sorusunun cevabı Mesiyanik Mehdi inancından başlayarak iradeyi
bloke eden efendi, hoca, seyda … isimlendirmeleri ile devam eder, kurtarıcılık
kutsaması ile masalsı efsanelere dönüştürülür ve öte dünya kurtarıcılığını
şefaat kavramı ile garanti eder. Böyle bir hayatın dünyada da ahirette de
bir anlamı yok. Aynı şekilde yaşama biçimini Stalin rejiminin benzersizliğine
endekslemiş bir devrimci de bir mürit ya da dâiden farklı değildir. Stalinci
devrimci için Gulak Takımadaları ve Sibirya sürgünleri meşrudur ve oradaki
ölümler için Stalin suçlanamaz. Mürit ve dâi için de kutsanmış kişilikler veya
Mesih hayata anlam verebilir. İrade ve aklı değerli bilen insan için bu iki çıkırım
da aynı anlam ve anlayıştadır. Birinin seküler, birinin spiritüel dindarlık
üzerinden anlamlandırılması arasında bir fark yoktur. Evreni öküz boynuzunda
bilen akıl ile varlık alemini kozmik bir devin tırnağındaki atom zerreciğinde
arayan akıl arasında bir fark yoktur. Buna insanı terliksi yaratıktan dönüştüren
algı mimarlarını da ekleyebilirsiniz.
Bu bakışı içselleştirebildiysek algı çağının anlam üretme çabalarının da
farkında olmak zorundayız. Biz XX. asır neslinin anlamakta zorlandığı yeni
hayat biçimi ile eş anlamlı kılınan anlam biçimi; Batı hayat tarzını, egemenlik
haklarını, post kolonyal anlayışı meşhurlaştırarak “algıyı” “anlama”
ilga edip meşrulaştırmaktır. Bu meşruiyetin meşhur edilmesi için kullanılan
havalı isme de “post-turut” (post-truth)[1] diyorlar. Havalı İngilizce bir
tanımlama uydurulunca bütün palavralara geçerlilik kazandırılıyor.
Anlamı, anlamlandırmak için ortamı ve metni tüm algı verilerinden temizlemek
gerekir. Sözlük anlamı “bir işâret, kelime, hareket veya olaydan
anlaşılan şey, mânâ” olarak tarif ediyor. Bunu neye nispetle nasıl anlayacağımızı
tarif etmiyor. Zihnin anlama kapasitesine bağlı olarak konumlandırdığımızda,
algı kurgulayacak tüm olguları alan dışında bırakırız; ancak
toplumu kendi niyetleri doğrultusunda kurgulamak isteyen egemen güç ve
sermaye zihni bulandıracak veri üretir ve algı inşa eder. Algı meyletme ve
yönlendirmeyi güdüler. Anlamlandırma (algı) ile anlam arasındaki kopuş,
diğer tüm kopuşlara kapı aralar.
Muhayyile, anlam ve algı ilişkisinde içine doğup büyüdüğümüz dilin anlam
alanına sadık kalarak korunabiliriz. Dilimizin kavram alanını, alt metin
anlamlarına yeterince vakıf olmadığımız dillerin kavramları ile takas ettiğimizde
üç kavramın anlam alanı da anlamsızlaşır. Başkalarının öğrettiği
doğru olmayan doğrular ile ürettiğimiz “doğru gibi” algılarla postkolonyal
müstağribi çoğaltabiliriz. Bu, yeni kolonyal sistemi sınırsız memnun edecektir.
Dipnot
1- ‘Post-truth’ sıfat olarak, ‘nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan
ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu’ şeklinde tanımlanıyor. Türkçeye ‘gerçek-ötesi’,
‘gerçek-sonrası‘ ya da ‘post-olgusal’ şeklinde çevriliyor. Bir başka anlamı da insanların gerçeklere
yaslanarak duygu ve inançlara daha fazla tepki vermesi durumu. Gerçek sonrası, siyasetin verileri seçerek
istediği sonuca ulaşması.